Çiçek Hanımların sohbeti
Günaydın,
Ben sabahları çok seviyorum, biliyor musunuz? Hani, her yanın karanlıktan aydınlığa doğru döndüğü, hani , tan yerinin usul usul ağarmaya, doğanın uyanmaya başladığı saatler var ya işte o saatlere doyamıyorum. Doğa sessiz. Şehir uykudadır; tek tük uzaklardan sesler gelse de. Martıların kahvaltı vakitlerinin daha gelmediği, sokak kedileriyle, köpeklerin kıvrılıp uyudukları yerlerden henüz kıpırdamadıkları saatler.
İşte şimdi, şu an, o zamanı yaşıyorum. Yanımda arkadaşlarım, onlar da hallerinden pek memnunlar; bir sürü renkli çiçekleriyle bu zevksiz sokağa hava atıyorlar. Beyaz sıklemen, Aralık ayına girdiğimizden beri, “hadi artık göster hünerlerini, ne duruyorsun?” diye kışıkırtıp duruyordu beni. Kırmızı olanı, “üstüne varma kızın, onun da zamanı var” diyerek ara buluyordu.
Yılbaşından önce bir sabah onları şaşırttım; pembemsi kırmızı tomurcuğumu uzatıverdim! Özellikle pencereye doğru tabii.. En çok içerdeki hanım sevinsin istiyorum. Sadece bir boğumcuk dal kalmış halimden beri benden umudunu kesmedi. Kızının erkek arkadaşı getirmişti beni bu eve küçücük bir saksının içinde, ne olduğumu da bilmiyormuş, hoşuna gitmiş, almış. Evin hanımı, kaktüse benziyor ama dur bir araştıralım deyip internetten bulmuş benimle ilgili bilgileri. Fakat bu sokağın kedileri sanki çiçek düşmanı, nerde bir çiçek görseler gelip üstüne çişlerini, kakalarını yapıyorlar. Bana yapmadılar ama kaç kez devirdiler, üstüme bastılar, yapraklarımı ezdiler. “Ah! Dedim, şöyle sipsivri dikenlerim olsa da batırsam ayaklarına, akıllansalar, bir daha canımı acıtmasalar!”. İşte ezilmeden kalan son dalımı da daha büyükçe bir saksıya yeniden dikti beni. Onun çabasını umudunu boşa çıkarmamak için ben de var gücümle sarıldım toprağa, bütün hızımla uzattım kollarımı her yana. Nerdeyse iki yıldır gözümün içine bakıyor, “çiçeklerini çok merak ediyorum senin” diyor, beni her sulayışında. Gözlerine inanamadı çiçeklerimi görünce, “kız senin etin ne budun ne, nasıl bu kadar iri, capcanlı çiçekler açarsın” diye, çığlıklar attı. Durur muyum, ertesi sabah bir tane daha. Birkaç gün sonra bir tane daha.Bir tane daha… Derken yılbaşında saksımın her yanını iri çiçeklerimle süsledim. Arkadaşlarım kızlar da bayıldılar çiçeklerime.
Ben bir süs bitkisiyim. Adım Yılbaşı çiçeği. Bütün yıl boyunca bekler, yeni yıla yakın başlarım tomurcuklanmaya. Bakmayın ufak tefek olduğuma, üstelik kaktüse benzeyen pek de öyle gösterişi olmayan bir bitki gibi görünürüm ama çiçeklerimi açmaya göreyim tanıyamazsınız hatta inanmazsınız bu kadar iri, bu kadar canlı renklerde çiçekler açtığıma. Böyle söyleyerek fazla övünmüş gibi olmadım umarım çünkü böbürlenmeyi, kibirlenmeyi pek sevmem, alçakgönüllü olmak bana daha uygun gelir.
Şimdi biz bu doğa hayranı hanımın penceresini sıklemen arkadaşlarımla renklendirdik; sokaktan geçen herkes dönüp dönüp bize bakıyor. Nasıl bakmasınlar, her taraf beton, her taraf bina, tek yeşil bu hanımın kapısının önünde, penceresinde. Düşünebiliyor musunuz koca sokakta iki ağaç var, onları da bu hanım korumasa kesip atacaklar. Bu şehrin ruhunu kaybetmiş, kendi doğasına aykırı yaşayan insanlarına inat yeni yıla rengârenk girdik. Kış mevsiminde olduğumuz için -özellikle yakında aşırı soğuklar başlayınca- zorlanacağız ama direneceğiz. Hanım zaten bizi o dondurucu soğuklar için önlem alır, bizi şeffaf torbalarla örterek ya da içeri serin bir yere alarak bahara erişmemizi sağlar.
Ben aslında size bana çok ilginç gelen bir şey anlatacaktım; Bakın geçenlerde ne oldu, geçenlerde dediğim de yılbaşından birkaç gün önceydi yanılmıyorsam, o gün, ev, bizim hanımın arkadaşlarıyla doldu taştı, bu kadar kalabalık olmazdı bu ev hayrola neler oluyor deyip beşimiz de cama yapıştık. Gördüklerimize biz de hayran kaldık. Bu hoş anlayışı sizinle de paylaşayım istedim.
Yan komşu Işıl Hanımın fikriymiş bu; bizim hanım o ciddi ameliyatı geçirdiğinde çok dua etmiş Işıl Hanım “ayağa kalsın inşallah onun evinde Zekeriya Sofrası kuracağım “demiş. Yaşına rağmen oldukça genç görünen modern bir hanım Işıl Hanım. Üniversitede sosyoloji öğrenimi almış. İnsanların ve toplumların giderek “ruh”larını kaybettiklerinden yakınırmış o nedenle insana dair yaşatılması gereken bazı güzel anlayışların sürdürülmesi için çaba harcarmış. İşte bu yaptıkları da eski bir Anadolu geleneğiymiş.
Herkes ne kadar da dakikti öyle, kapının önünde sıraya girdiler neredeyse desem yalan olmayacak. Gelenler de çok aydınlık yüzlü insanlardı. Neşeli bir de. Bu kadar insan nereye sığacak, bu gidişle tek ayak üzerinde duracaklar diye aramızda şakalaştık, gülüştük.
Masanın hazırlanmasına herkes yardım etti, yiyecekleri salona taşıdılar. Masanın tam orta yerine çok şık ve çok büyük bir salata tabağı koydular. Gözlerimiz yerlerinden fırladı, bu kadar renkli bu kadar çeşitli bir salata olur muymuş dedik. Bu sofranın esprisi kırk bir çeşit işlem görmemiş yani ateşte pişmemiş sebze meyvelerden oluşmasıymış. Kırk bir çeşit! Saydık aramızda neler olabilir bunca çeşit diye: bütün çiğ sebzeler, marul, maydanoz, dereotu, roka, tere, domates, salatalık, turp havuç, kırmızı lahana..vb, diye uzayıp giden sebzelerden renkli, kocaman bir salata, yanında on yedi çeşit baharattan oluşan bir karışım ve ekmekle bir kasede altın sarısı zeytin yağı. Bir mum yaktılar, yiyeceklerin arasına koydular. Ateş ve ışık çok önemli dünyamızda, insanlık önce ateşi buldu sonra çevresinde karnını doyurabilecek yiyecekler aramaya başladı biliyorsunuz. İşte bu sofra, doğanın bize verdiklerine teşekkür etmek içinmiş. Bayıldım ben bu düşünceye. Kızlar da bayıldı.
Önce ekmeklerin üzerine kaşıkla zeytinyağı sürüp üzerine de o baharat karışımından döküp yediler, tabaklarına da bolca salata aldılar. Herkes kendi tabağına servisi kendi yaptı böylelikle kimse ev sahibesini yormamış oldu, bu anlayışı da çok sevdim. Sıra geldi tatlı yeme faslına. Yine hiç işlem görmemiş, kuru kayısı, kuru incir, kurutulmuş tropikal meyveler, badem, ceviz, fındık fıstık, Antep fıstığı, çeşit çeşit kuru üzümleri blenderden geçirip küçük toplar yapmışlar sonra da Hindistan cevizine batırarak servis yapmışlar. Hem yediler hem sohbet ettiler. Toprağın bereketini, bu dünyada herkese yetecek kadar her şeyin olduğunu, bütün mesele bunun sevgi -barış ve adaletli bir şekilde paylaşmak olduğunu konuştular.
Pencerenin dışında biz de bunu aramızda kızlarla konuştuk, evet, bu dünyayı sevgisiz, paylaşmasız, çirkin hale getirmeye kimsenin hakkı yok, gelsinler bu evde olanları görsünler…
Harika bir öykü, ellerinize sağlık.